‘Kara tren gelmez m’ola’ türküsünü duyduğumda çok hüzünlenirim. Bu türkü beni taa ortaokullu yıllarıma götürür. Orta ve lise eğitimini Erzurum da yaptım. Otellerde kaldım, yurtlarda kaldım ve zaman zamanda şehirde oturan amcamın ve dayımın evinde kaldım. Özellikle dayımların bu konuda bana emekleri çoktur. Erzurum’un Dağ Mahallesi’nde otururlardı. Dağ Mahallesi, eteklerinden doruğuna doğru rengarenk gecekondu evleriyle süslenmiş bir bahar portresi görünümündeydi. Erzurum’u en güzel bu mahalleden seyredebilirdiniz, hâlâ da öyledir. O zamanlar evlerde su yoktu. Mahallenin belirli noktalarında çeşmeler vardı. İnsanlar su ihtiyaçlarını o çeşmelerden temin ederlerdi. Dayımlara yakın olan çeşmenin başı, kuşluk vaktinden akşam karanlığına kadar kendi modasını kendisi yaratmış allı, yeşilli genç kız ve kadınların seyran yerine dönerdi. Aile içi ekonomiden, kadınların ‘heriflerine’ karşı koyacağı tavırlara; mahalle muhtarı seçimlerinden, taze ferik kızların aşk dedikodularına kadar bütün konular orada koşulurdu. Orada mendiller alınır, mendiller verilirdi ve genç kızların en cesur adımlarının kararları o çeşmenin başında alınırdı.
Dayımların evinin suyunu akşamdan biz erkekler temin ederdik. Evin en genç delikanlısı olarak bu görev sık sık bana düşerdi. Akşamın geç saatlerinde ve Erzurum’un ayazında kovalar kollarımda, ellerimi ovuştura ovuştura çeşmeye su getirmeye giderdim. Bu işi düzenli olarak yaptığım için benim çeşmeye gitmem zaman açısında belirli bir ritim kazanmıştı. Kovayı çeşmenin altına koyardım ve o dolarken Erzurum’un tren garından bana çok acı gelen hüzünlü bir tren düdüğü duyardım. O tren düdüğü Erzurum’un ayazını parçalar, dağlarında yankılanır ve sonra bir ateş olup düşerdi içime. Çok duygulanırdım. En anlamlı gözyaşlarımı o çeşmenin başında akıtmışımdır. En yanık türkülerimi orada söylemişimdir ve ilk şiirlerimin temeli o çeşmenin başında atılmıştır, farkında olmadan. Çünkü o tren düdüğü benim için ayrılıkların ve hüznün ağıtıydı. Ucunda yine ayrılıkların olduğu hüzünlü kavuşmaların acı isyanıydı. O tren beni babamdan ayırmıştı ve ben bir göçmen çocuğu olmuştum. O günden beri göçmenlikle ilgili ne kadar sözcük ve kavram varsa hepsi yavaş yavaş kelime hazinemde yerlerini almaya başlamıştı. Çok küçük yaşta uzun bir süre babadan uzak kalmak çok zor geliyordu bana. Şimdiye kadar göçmenlik konusunda yazılıp çizilenler hep göç eden ana ve babalarla ilgilidir. Göçün, arkada bırakılan çocukların, daha erginlik çağına yeni basmış çocuklu genç gelinlerin ruhlarında meydana getirdiği çöküntüler hep es geçildi. Onlar henüz yazılıp çizilmedi. Onlar birinci ve ikinci kuşağın gurbete giderken arkada bıraktıklarıydı. Bu kuşak yaralı kuşaktır, sessizdir, suskundur; çünkü bu kuşağın aidiyet duygusu ciddi ölçüde erozyona uğramıştır. Aile birleşiminden sonra en yoğun aile içi çatışmalar birinci ve ikinci kuşak ailelerde olmuştur. Bu ailelerde evi terk eden gençlerin sayısı az değildir.
Göçmenliğe bakış
Hollanda’daki Türkiyeli göçmenler açısından göçmenlik olgusu incelendiğinde karşımıza iki durum çıkar. Bunlardan birisi fakirlik ve bir diğeri ise garipliktir. Türkiyeli göçmenin doğduğu yer bellidir ama o doyduğu yeri kaybetmiştir. Burada doymak kavramı en geniş anlamıyla kullanılmaktadır. Bu bakımdan bazılarına göre göçmenlik bir travmadır. Aidiyet duygusunun, güven duygusunun en yakınları ve en fazla değer verdikleri tarafından hoyratça yıpratılmış ve kullanılmış olması, özellikle birinci ve ikinci kuşak göçmenlerde, psikolojik yıkıntılara sebep olmuştur. Bu anlamda kendi ülkemiz, bizlere karşı, bizlerle ilgili konularda daha fazla dikkatli olmalıdır. Türkiye kendi çıkarları uğruna bizleri feda etmemelidir. Mesela vizenin kaldırılması uğruna ‘geri kabul anlaşmasının’ imzalanması ve buna benzer adımlar bizleri yaralamaktadır. Türkiye de emekli olma konusu da yine buna benzer bir vefasızlık örneğidir. Avrupa’da çalışan insanlarımızın bir çoğu Türkiye’den emekli olarak aylık gelirlerini artırmak istiyor veya tatil parasını o şekilde biriktirmek istiyor. Bunun için gerekli parayı yatırmalarına rağmen maaşsız emekli ediliyorlar, çünkü şu anki mevzuat herhangi bir yerden gelirin olmaması şartını ileri sürüyor. Bu şartın kaldırılması Avrupa’daki göçmenlere Türkiye’nin vefa borcudur. Bizler bu jesti çoktan hak ettik. Bedelli askerlik konusunda gençlerimizden talep edilen meblağın yüksekliği de yine başka bir vefasızlık örneğidir. Türkiye sınırları dışında Türk olarak yaşamanın zaten bir bedeli vardır. Avrupa’daki Türkiyeli göçmenler bu bedele rağmen vatandaşlıklarını, Türkiye’ye sevgi ve muhabbetlerini hep canlı tutmuşlardır. Onların bu tavırları Türk vatandaşı olarak kalmaya yeter de artar bile, çünkü onlar bütün bedellerin üstünde bir bedel zaten ödemişler ve ödemeye de devam etmektedirler. Avrupa ülkelerinde üçüncü dünya vatandaşı olarak görülmekten daha büyük bedel ne olabilir ki?
Bazılarına göre göçmenlik bir gelişimi ihtiva eder aynı zamanda. İnsan, sahip olduklarının dışında başka şeylere sahip olma adına göç eder. Değerli yazar Mehmet Tepebaşı göçmenliği bu anlamda bir gelişme hareketi ve eylemi olarak görmektedir: ‘Göç olgusu insanlık tarihiyle birlikte başlar ve insanın gereksinimlerinin zorladığı bir harekettir Bu gereksinim çoğu zaman doğal nedenlerden değil, bir zorunluluktan kaynaklanıyor, ama her halükârda, okun yönü daha geri bir yaşama doğru değil! En azından bir derece daha iyi bir yaşama!( bir umuda) doğru olmuştur. Yani her zaman göçmen yaşamın tarihi çizgisi daha yukarı bir seviyeye doğru olmuştur. Bazı şeyler zorunlu, zor ve acılı da olsa, o şeyler yapısı gereği bir eskisine oranla daha iyi bir yere doğru yönelebiliyorlar. Göçmenlik, insanın moda deyimiyle ” fıtratında” var olan hırs nedeniyle değil, ama gereksinimlerin yarattığı zorunlu bir yönelimin sonucudur’
Bazılarına göre göçmen iki dünya arasında gidip gelmeyi bırakmalı ve midesi nerde doyuyorsa orasını vatan bellemelidir. Rahmetli yazar Fakir Baykurt ‘vatan doyduğun yerdir’ derdi. Sayın Baykurt’un, doymak kavramına hangi anlamı yüklediğini kesin olarak bilmiyorum. Sanırım ‘mide sorununu çözmüş olduğun yer senin vatanındır’ anlamında kullanıyordu. Ömrü fakirlikle mücadele etmekle geçmiş bir Anadolu aydınının doymak kavramını mideye endeksli tanımlamasından doğal daha ne olabilir ki?
Tabi burada göz ardı edilmemesi gereken bir konu vardır. Göç, mide sorununa bir çözüm olsa da, temel psikolojik ihtiyaçlar (sağlıklı bir ilişki, başarı deneyimi, bağımsız hareket edebilme, güvenlik vb.) açısından büyük bir boşluk yaratıyor. Avrupa ülkelerinde düzenli olarak ayrımcılığa maruz kalan, ötekileştirilen ve kötüye ait ne varsa her şeyin ikonu olarak gösterilen Türkiyeli göçmen, her şeyden önce kendisini güvende hissetmiyor. Psikolojik anlamda kendisini güvende hissetmeyen bir insanın gelişimi de ciddi anlamda sekteye uğrar ve başarı deneyiminden yoksun kalır. Başarı deneyimiyle özgüven arasında ciddi bir ilişki vardır.
Birçok insana göre göçmenlik kavramı artık tarihe karışmıştır. Küçülen dünyada yakınlaşan uzaklıklar, gurbet ve hasret kavramlarını ağıtıyla, türküsüyle tarihe gömmüştür. Artık göçmen yoktur, dünya vatandaşlığı vardır. Gerek kültürel, gerekse medeniyet anlamında sınırların daha da keskin hale geldiği bir yüzyılda yaşıyoruz. Gelişmiş toplumların insanları, dünya vatandaşlığı kapsamında kendi zenginliklerini ve refahlarını paylaşmak istemiyorlar. Bir Hollandalı kendisini Hollandalı olarak tanımlar, dünya vatandaşı olarak değil. ‘Dünya vatandaşlığı’ sloganı günümüzde daha ziyade azgelişmiş toplumlara mensup göçmenlerin duygusal sığınağından başka bir şey ifade etmemektedir.
Gerçek olan şudur ki; Hollanda da yaşayan Türkiyeliler olarak, buradaki sosyal, kültürel ve ekonomik konumumuz yaşamımızın bütün alanlarını etkilemektedir. Okullardaki çocuklarımızın başarısından, öğretmenlerin onlara karşı duruşlarına; mahalledeki komşuluk ilişkilerinden; rüyalarımızla gerçek yaşamımız arasındaki çelişkilere kadar….Türkiyeliler için göçmenlik, gelişimle ilgili ne varsa her şeye (çok) gerilerden başlamaktır ve hatta birçok alanda da karşımıza bir geri kalmışlık olarak çıkmaktadır.
Göçün 50. yılı kutlanıyor. Buradaki göçmenlerin kutlayamadığı, birilerinin onlar adına kutlamalar yapma Donkişot’luğu gözden kaçmıyor. Bizde kutlamalar bir iki göbek dansı ve boy gösterilerinden öteye gitmiyor. Elime geçmişten günümüze kadar Hollanda Türkiye ilişkilerini yazan bir broşür geçmişti. Bu broşür de yine bu 50. yıl hikayesi kapsamında yazılmış. Hatta bu broşürün eğitim fakültelerinde ders konusu yapılması konusunda ciddi inisiyatif de vardı; ama bildiğim kadarıyla başarılı olunamadı. Hollandaca yazılmış olan bu broşürün okunmasını tavsiye ediyorum. Hem bir Türk vatandaşı olarak okuyun, hem de kendinizi bir Hollandalı gencin yerine koyarak okuyun. Bakınız yazılanlar bugünkü ilişkilere sıcaklık mı getiriyor yaksa tam aksine ‘ bu da neymiş yahu’ mu dedirtiyor.
Göçün 50.yıl kutlamaları önemli anlardır. Bizleri göçmen yapan ilahi yazgı değildir ‘dövme yazgı’dır. Her şeyiyle talan edilmiş ülkemizin fakirliği, yoksulluğu ve muhtaçlığıdır. İşte tam da bu noktada geçmişe bakan, bugünü analiz eden ve geleceğe yönelik ışık tutan çok yönlü araştırmalar ve seminerler ön plana çıkmalıdır. Bu tür kutlamalara akademik bir boyut kazandırılmalıdır. Hâlâ bir araştırma merkezimizin olmaması, göçmenlik konusunda henüz bir akademik çalışma yapamayışımız düşündürücüdür. Şimdiye kadar göçmenlikle ilgili olarak yazılanlar bireysel hikayelerdir; analitik ve bilimsel olmaktan çok uzaktırlar. Bu hikayelerin en dramatik olanları günümüzde ticari amaçlı düzenlenen toplantılarda duygu sömürüsü olarak kullanılmakta, yani göçmenliğin bile arabeski yapılmaktadır. Üstelik bunu yapanlar göçmenlerin ta kendileridir. Göçün 50. yılı münasebetiyle ilgili anlatılan bu hikayeleri kaleme alanların birçoğu zaten lise mezunu amatör ve akademik altyapıları olmayan iyi niyetli insanlardır. Üstelik anlatılan bu dramatik hikayelerin bir çoğu, göçmenlikten ziyade kişiyle ve kişilikle alakalı konulardır. İşte yazılarda bu farkı yaratabilmek bile akademik bir bakış açısı ister.
Devam edecektir
Elektronik posta: m.yanik7@upcmail.nl
© InterAjans – Haberlerin tüm hakları İnterAjans’a aittir, izinsiz kullanılamaz.
View full post on InterAjans.nl